9 Mart 2010 Salı

kesinlikle

m. bloguma uzun aradan sonra post yazdım
y. hadi hayırlı olsun. aslında güzel böyle okuma notları yazmak
m. unutuyorum çok. romanın sevdiğim yerlerini, böyle kaydetmek iyi
y. evet
m. paylaşmak da güzel
y. kesinlikle
m. belki aynı kitabı okuduğumuz insanla da sevdiğimiz yerler benzerdir ve kendisini o kadar yalnız hissetmez :)
y. :)

huzur

O gün Nuran'da her şey Mümtaz'ı çıldırttı. Kendi kendisini aşka veriş şekli, hazza sakin bir limanda bekleyen gemi gibi hazırlanmış yüzünün mahmur İstanbul sabahlarını hatırlatan örtülüşleri, yaşanan zamanın ötesinden gelir gibi tebessümler, hepsi ayrı ayrı lezzetlerdi ki tattıkça hayran oluyor, bir insandaki bu sonsuzluğa, zamanın birdenbire değişen, adeta birbiri peşinden gelen ebediyetler gibi ağırlaşan ritmine şaşıyordu. Daha o günden en büyük sırrı sadelikte olan kadına karşı içinde garip, her türlü duygunun üstünde bir tapınma hissi başladı. Onu bir kıt'a gibi yavaş yavaş keşfediyor ve ettikçe hayranlığı ve bu tapınma hissi değişiyordu.

Ne Mümtaz bu kadar sevebileceğini, ne Nuran bu tarzda sevileceğini düşünmüştü. Sümbül Hanım bir gece evvelden her şeyi hazırlamış, sabahleyin erkenden gitmişti. Yemeklerini aşağıda, mutfakta yemişler ve orada Nuran kendi eliyle kahvelerini pişirmişti. Evden çıktığını Mümtaz'ın da bilmediği, fakat Macide'ye ait olduğu muhakkak olan eski kimonosunun içinde, onun aralıklarından genç kadının tenini, vücudunun çok plastik şekillerini görmek, onu karşısında şu ve bu vaziyette bir aydınlık külçesi halinde seyretmek, o kadar yavaş ve tatlı bir sarhoşluktu ki...

Fakat bütün bunların üstünde asıl Mümtaz'ı çıldırtan şey, o garip utangaçlığı, hiçbir günahın ve hazzın gideremediği ruh bekaretiydi. Onun için mevsimin sonunda en fazla kendisinin olduğunu bildiği zamanlarda bile aşkları ilk günlerde olduğu gibi yeni kalıyor, mahremiyetlerine henüz birbirlerini tanımış insanların ürkekliği giriyordu. Ve Mümtaz onda bu ürkekliğin, bu safiyetin kaybolmaması için hiçbir dikkati esirgemiyordu.

8 Mart 2010 Pazartesi

bir

Çok hasta olduğum zaman, ateşim kırka yaklaştığı zaman ellerim büyür. Dev gibi ellerim olur. Çoğunca çocukluğumda olurdu.
-Ellerim büyüyor, derdim.
Büyükanam, yahut anam ellerimi soğumuş elleri içine alırlardı. "Yok bir şey yavrum, yok bir şey! Bak benim elimde ellerin." derlerdi. Sakinlerdim bir iki dakika. Yine büyürdü ellerim.
Ellerim büyürdü ellerim. Ellerim ne kadar büyürdü aman yarabbi? Sokağa çıktığım zaman soğuktan ellerim küçülüverdi. Caddelerde idim. Binlere karşı birdim. On binlere karşı birdim.





Büyüyen Eller, s. 221

21 Şubat 2009 Cumartesi

something inside you dies

“West of the sun?”

“Have you heard of the illness hysteria siberiana?”.

“No.”

“l read this somewhere a long time ago. Maybe in junior high. I can’t for the life of me recall what book I read it in. Anyway, it affects farmers living in Siberia. Try to imagine this. You’re a farmer, living all alone on the Siberian tundra. Day after day you plough your fields. As far as the eye can see, nothing. To the north, the horizon, to the east, the horizon, to the south, to the west, more of the same. Every morning, when the sun rises in the east, you go out to work in your fields. When it’s directly overhead, you take a break for lunch. When it sinks, in the west, you go home to sleep.”

“Not exactly the lifestyle of an Aoyama bar owner.”

“Hardly!” She smiled and inclined her head ever so slightly. “Anyway, that cycle continues, year after year.”

“But in Siberia they don’t work in the fields in winter.”

“They rest in the winter,” she said. “In the winter they stay at home and do indoor work. When spring comes, they go out into the fields again. You’re that farmer. Imagine it.”

“OK,” I said.

“And then something inside you dies.”

“What do you mean?”

She shook her head. “I don’t know. Something. Day after day you watch the sun rise in the east, pass across the sky, then sink in the west, and something breaks inside you and dies. You throw your plough aside and, your head completely empty of thought, you begin walking toward the west. Heading toward a land that lies west of the sun. Like someone possessed, you walk on, day after day, not eating or drinking, until you collapse on the ground and die. That’s hysteria siberiana.”

I tried to conjure up the picture of a Siberian farmer lying dead on the ground.

“But what is there, west of the sun?” I asked.

She shook her head again. “I don’t know. Maybe nothing. Or maybe something."

Haruki Murakami- South of the Border, West of the Sun

20 Şubat 2009 Cuma

baile en la memoria poetica

Beyinde, öyle anlaşılıyor ki, şiirsel bellek diyebileceğimiz ve bizi büyüleyen, bize dokunaklı gelen, hayatlarımızı güzelleştiren, her şeyi kaydeden özel bir alan var. Tereza'yla karşılaştığından bu yana, hiçbir kadının Tomas'ın beyninin bu alanında en ufak bir iz bile bırakmaya hakkı yoktu.
Tereza, Tomas'ın şiirsel belleğini bir zorba gibi elinde tutuyor ve başka kadınlara ilişkin her türlü izi yokediyordu. Haksızlıktı bu, çünkü fırtına sırasında kilimin üzerinde seviştiği genç kadın en az Tereza kadar hak ediyordu şiiri.
Tomas'ın , Tereza serüveni tam öteki kadınlarla olan serüvenlerinin bittiği noktada başlamıştı. Onu baştan çıkarıştan baştan çıkarışa sürükleyen içsel zorunluluğun öteki yüzünde yeralıyordu bu serüven. Tereza'da hiçbir şeyi açığa çıkarmak arzusu duymamıştı. Tereza ona apaçık gelmişti. Daha, uzanmış yatan dünyayı yarıp açmakta kullandığı hayali neşteri eline almaya fırsat bulamadan sevişmişti Tereza'yla. Daha, sevişirlerken neye benzeyecek acaba diye merak etmeye fırsat bulamadan aşık olmuştu ona.
Aşklarının hikayesi ancak bunun ardından başlamıştı: Tereza hastalanıp yatağa düşmüş, Tomas da onu ötekiler gibi tutup eve gönderememişti. Yatağında uyurken başucunda diz çökmüş, onu birilerinin sazdan bir sepete koyup nehir aşağı, kendisine yolladığını geçirmişti aklından. Önceden de söyledim, eğretilemeler tehlikelidir. Aşk bir eğretilemeyle başlar. Yani bu şu demektir ki, aşk bir kadının, dilindeki ilk sözcükle şiirsel belleğimize girmesiyle başlar.

Milan Kundera- Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

19 Şubat 2009 Perşembe

optimistic?

October 21.
In the sunshine.
The voices of the world becoming quieter and fewer.


Franz Kafka - The Blue Octavo Notebooks

18 Şubat 2009 Çarşamba

:)


In 17th century, when Charles II of England sent Captain Hamilton to ransom some Englishmen enslaved on the Barbary Coast his mission was unsuccessful as they all refused to return: the men had all converted to Islam and were now 'partaking of the prosperous Successe of the Turks', living in a style to which they could not possibly have aspired back home. The frustrated Hamilton was forced to return empty-handed: 'They are tempted to forsake their God for the love of Turkish women', he wrote in his report. 'Such ladies are', he added, 'generally very beautiful'.


William Dalrymple- Re-Orienting the Renaissance: Cultural Exchanges with the East